
The Atlantic dergisinde The Evolutionary Power of Loneliness başlığı ile yayınlanan bu makale ve makaleye ana temasını sağlayan araştırmaların ana teması: İnsanlar evrimsel geçmişleri ve sosyal yapılanmalarının gereği olarak gruplar halinde yaşamaya alışkın canlılardır. Peki evrimsel geçmişimizi böyle şekillendiren, toplumları ve o toplumlardan devletleri birlikte yaşama prensibi üzerine kurmamızı sağlayan bu alışkanlığın kökenine inmek mümkün müdür? Cevap, hemen hemen, evet. Araştırma sonuçları göstermiş ki, yalnızlık zamanlarında”acı” çekiyoruz. Bu”acı”dan kurtulmak için ise beynimiz bize yalnızlıktan çıkmamız için komut veriyor.[1] Yani, sosyalleşmemizin nedeni beynimizin bizi acıdan kurtarmak istemesi.
İlk itirazım, acı bu durumu anlatmak için kullanmak istediğimiz kelime olmayabilir mi? Biyoloji biliminde acının ne demek olduğunu bize makalede açıklamadıkları için gündelik hayatımızda, edebiyatta,sinemada ve daha nice sanat formunda, psikoloji ve psikiyatri bilimlerinde kullandığımız acı ile farkını tasavvur edebilmek bir hayli zor. Bir de bunun üzerine yalnızlığın da aynı diyabet (şeker hastalığı) gibi genler yolu ile aktarılabileceğini okuyunca ima edilenden insanın gözü korkuyor. Yalnızlık sadece acı veren bir his değil, aynı zamanda insanın hayat kalitesini düşüren ve genlerimiz ile nesiller boyu aktarılacak bir hastalık.
İşler daha da ilginçleşiyor. Kendinizi birden bire ekonomi, siyaset bilimi ve sosyolojinin uzun yıllardır cevabının peşinde türlü türlü modeller, bitmek tükenmek bilmeyen veri toplama halleri, yıllar harcanmış etnografik çalışmalar ile harcadığı “İnsanlar neden bir toprak parçası, bir ideal veya bir amaç uğruna kendilerini ve başkalarını öldürmeyi makul görürler?” sorusuna cevap geliyor. Araştırması makaleye ilham olan John Cacioppo sözleri ile:
“bazı kimseler için bu (birine, bir yere, bir gruba bağlı olamama) acı o denli fazladır ki köylerini koruma ihtiyacı hissederler. Bazıları başka yerleri görme, başka deneyimleri yaşama isteği için de olsalar dahi mutlaka geri gelecek bir yerleri, ilişki kuracak kimseleri olsun isterler.” [2]
Hem yukarıdaki soru ile ilgilenen, hem de siyaset biliminin veri ile yapılması gerektiğine inanan biri olduğumu bu konular hakkında konuştuğum herkes bilir. bilmeyenler için ise, evet ben veri ve model ile yapılan sosyal bilimlere inanan biriyim. Bu ideolojik bir tercih, ve ideolojisini tartışabiliriz elbette.
O zaman deneysel yöntemleri kullanan bu araştırmalar serisi beni neden rahatsız ediyor değil mi? İki nedeni var. İlki yöntemin, ne yazık ki tip ve psikoloji araştırmalarında çok görülen, özensizliği, ikincisi ise kamu politikaları ve kişisel alana etkisi.
İlki ile başlayayım o zaman: İstatistik ve ekonomi biliminin aşk çocuğu olan ekonometri nedensellik ile ilgili çıkarımlarını yaparken kontrollü deneylerden yararlanır. Kontrollü deneyi kısaca hatırlacak olursak:
Bir topluluğun içinden RASTGELE seçilmiş örneklemin RASTGELE kontrol ve deney gruplarına atanmış olduğu deneylerdir.
Bu araştırmaların kontrollü deneyleri fareler üzerinde gerçekleştirilmiş. Mesela bir deneyde, deney grubundaki farelere kokain enjekte edilirken, kontrol grubundaki farelere tuzlu su enjekte edilmiş. Bu deney yukarıdaki kurallara uyuyor ve bu konuda bir sorum yok. Ama nedensel çıkarım ile analiz yapan bizlerin en önemli sorularından biri dışsal geçerlilik (external validity) sorunudur. Makalede araştırmacılar farelerden insana geçerken hücre cezasına çarptırılan mahkumları örnek olarak kullanıyorlar. Yukarıdaki örnek ışığında şimdi düşünelim. Öncelikle topluluğun davranışına dair çıkarım yapmak için seçmiş olduğumuz kimseler rastgele seçilmişler mi? Peki seçtiğiniz bu örneklem içinde deney grubunda bulunan, hücre cezası alan, mahkumlar rastgele seçilmişler mi? Evet, haklısınız değiller. Öyle olmadıkları gibi incelemek istediğiniz toplumun, yalnızlığa etki eden özellikler göz önüne alındığında, ortalaması ile örneklem ortalamasının farkının sıfırdan farklı olması ihtimali kayda değer.
Gelelim ikinci konuya. Yazı kendi içinde bir yalnız kalmayın manifestosu. Ve yalnız kalmasanız iyi olur demek sosyal çevrenizde kabul edilebilir bir şey iken, yalnız olmayı tercih etmek de aynı diyabet gibi genetik bir sorun diyerek yalnızlığı bir hastalık ile aynı kefeye koymak değil. Yalnızlığın olumsuzluğunu pekiştirmekten başka bir şey değil çünkü yapılan. Zeka, bir kimseyi dikkat çekici kılan fiziksel özellikler vb. de genetik olarak aktarılıyor, onlara neden benzetmiyoruz. Bu yalnız kalmamaya, en iyi arkadaş çok arkadaştır önermesine, mutlaka uzun partnerlikler kurmanın gerekliliğine, çocuk sahibi olmanın erdemine sürekli olarak yapılan güzellemeler uzun vadede yaralayıcı. İnsanların istemedikleri, belki psikoloji ve/ya fiziksel şiddete maruz kaldığı ilişkiler içinde kalmasına neden olabiliyor olacağınızı hiç düşündünüz mü?
Buradan oraya yol öyle sandığınız kadar uzak değil.
Simone de Beauvoir’in anılarında, Jean Paul Sartre ile olan ilişkisini anlatırken, yazdığı gibi: “Me niego a picotear emociones”.
Ya da Teoman’ın dediği gibi: “Aşk kırıntısı ile doymaktansa tek başıma aç kalırım bu hayatta”
[1] Singer, Emily. “The Evolutionary Power of Loneliness” The Atlantic Monthly. May 2016. Retrieved from: http://goo.gl/Z4VoCd
[1] Singer, Emily. “The Evolutionary Power of Loneliness” The Atlantic Monthly. May 2016. Retrieved from: http://goo.gl/Z4VoCd